19 Aralık 2010 Pazar

Bebek Balıkçı


Dışarıda balık yemek konusu çok alışkın olduğum yerler dışında kendimi çok rahat hissetmediğim bir alandır. Genelde evde yapmayı tercih ederim, balık yemeyi çok sevdiğimden ev koktu ocak battı gibi endişelere kapılmam. En istediğim gibi pişirir, hiç soğutmadan yerim. Böyle korkusuz bir balık pişiricisi iseniz dışarıda balık yemek sözkonusu olunca lezzet, fiyat kalite dengesi filan hep aklınızı kurcalar. Neyse Bebek ailecek sevdiğimiz bir bölge, her kahvaltıya giitiğimiz de Bebek Balıkçı'nın önünden geçer 'yıllardır bir gelemedik' diye hayıflanırız. Sonunda geçen cuma gitmeyi başardık.Denize sıfır bir kış bahçesi yapmışlar ufolarla ısınıyor, hala çok serin ama manzara çok hoş ve her yerde olduğu gibi ağırlıklı sigara içenler yararlanıyor. Hem sigara içmediğimiz hem de sıcak sevdiğimiz için içeri oturduk.Yaprak dolma, közlenmiş patlıcan, salata turşu gibi hafif başlangıçlar yedik. Deniz ürünlerinden birşey yenmedi. Üzerine ızgara lüfer söyledik. Tam uygun büyüklükte lüferlerdi, çok sıcak değillerdi, derileri ızgarada pişmiş gibi çıtır da değildi.Biraz yeşillik ve bir dilim haşlanmış patatesle servis edilen lüfer şanına yakışmayan bir dekorasyonun ortasında zavallı zavallı bakıyordu. Tatlı olarak sufle yedik. Hakkını vermeliyim güzeldi.

Lüfer 57,5 TL, ortaya gelen salata ise 40 TL idi. Diğer fiyatları yazmak istemiyorum.Bu fiyatların üzerine hem kuver hem de % 10 servis eklendiğini düşünün. Yüksek kalite yüksek fiyatı tabii ki hak eder. Ama sıradan mezeler yüksek fiyat ve ılık lüfer, bir daha gideceğimi sanmıyorum.

26 Ekim 2010 Salı

SBS , LYS,YGS


Cep telefonuma her hafta şöyle mesajlar geliyor:

Velisi olduğunuz … nolu öğrencimiz 6. Sınıflar arası yapılan deneme sınavında … net yapmış sıralamada 20. olmuştur.

Velisi olduğunuz … nolu öğrencimiz 12. Sınıflar arasında yapılan deneme sınavında … net yapmış 16. olmuştur.

Kızım altıncı sınıf, oğlum lise son. Sürekli sıralanıyorlar, sınıfta şununcu okulda bununcu sıradasın. Deneme sınavı oluyorlar, ding dong cep telefonuna mesaj net sayısı bu sıralaması şu.
Evet girecekleri sınavlar sıralama sınavları; kaç kişinin önüne geçtiğin gireceğin okulu, alacağın puanı belirleyecek. Uzmanlar ne diyor: çocuğunuzu başkalarıyla kıyaslamayın başarısızlıklara değil, başarılarına odaklanın, onu motive edin, onu olduğu gibi kabul edin. Doğru ama anababalar kıyaslamasa da sistem onları sürekli başkalarıyla karşılaştırıyor.

İçgüdüsel olarak çocuğunuzun tabii ki başarılı olmasını istiyorsunuz son beşte değil ilk beşte olmasını arzu ediyorsunuz. Sınav sonuçları geldiğinde gözünü gözünüze dikip ‘kızdı mı’ diye kontrol eden çocuğunuza sadece sözlerinizi değil mimiklerinizi de kontrol etmeye çalışıyorsunuz. Çelişki şurada: Anneleri olarak onları oldukları gibi kabul edip çok seviyorum ama başarılı olmalarını kendi sınırlarını zorlamalarını da istiyorum.

Aynı Nehirde İki Kez Yıkanılmaz


Orta sona geçtiğim yaz annemle onun çalıştığı kurumun kampına gitmiştik. Birkaç gün sonra kamptaki gençleri Side’de diskoya götürme organizasyonu yapıldı. Tabii ki atladım. İlk kez diskoya gitmiştim çok dans ettim çok eğlendim. Birkaç gün sonra organizasyonu tekrarladıklarını duyurdular. Tadı damağımda kalmıştı anneme yalvar yakar oldum gideyim diye. Bana ilkinde eğlendiğim kadar eğlenemeyeceğimi o ilk gidişle yetinmemi söyledi. Tabii ki çok saçma geldi, çok eğlenmiştim ikincide daha da çok eğlenecektim. İnadım inat gittim. Ve ilkindeki kadar eğlenemedim, zaman geçmedi, uykum geldi, büyü bozulmuştu.


Geçen bayram Datça ‘ya gittik. Her gittiğimizde yemek yediğimiz bir aile işletmesi balıkçı meyhane karışımı, müthiş lezzetli mezeleri olan bir lokanta var. Orada yemek yemenin hayaliyle gittim. O güleryüzlü insanlar, müthiş mezeler sohbet tadı damağımda kalmıştı. Gittik ki lokanta yer değiştirmiş, bir sağlık sorunu sonucu lokanta sahibi çift birlikteliklerine biraz ara vermişler. Büyü bozulmuş. Yemek yedik ama eski tadı yoktu doğrusu. Keyfim kaçtı hem hayallerim hem de onların orada hep değişmeden kalacağı düşüncem yıkılmıştı.


Anlattığım iki olayın arasından yaklaşık otuz yıl geçmiş. Artık mutlu olduğum bir anı tekrar edersem aynı duyguyu yakalarım düşüncesinden vazgeçmeliyim. O anı belleğimde saklamalı ve bununla yetinmeliyim.

20 Ağustos 2010 Cuma

Cunda Adası Pizza Uno


Cunda da ilk akşam gurmelerin önerdiği balık lokantalarından birine gidip çok da mutlu olmadıktan sonra yıllardır merak ettiğimiz ama ‘Cunda’ya gelinir de pizza mı yenilir?’ diye düşündüğümüzden gitmediğimiz Pizza Uno’ya gitmeye karar verdik. Anneannemi andıran, yaşlı bir teyze ile kızı da kapıda sıralarının gelmelerini bekliyordu. ‘Balık dışında bir şey yiyeceksek buraya geliyoruz’ dediler Cunda’nın yerlisi olduğunu anladığımız bu sevimli anne kız. Doğru yerde olduğumuzu anladık.


Modern bir işletme, harika bir menü, çok sıcak ve yardımcı servis elemanları. İstanbul’daki zincir cafelerdeki servis elemanlarını arada buraya göndermek gerek diye düşündüm. Tabi İstanbul herkesin kimyasını bozuyor amacım eleştiri değil. Yediklerimiz harikaydı, kroket, çökertme kebabı, pizza, tatlı. Çok farklı çeşitler denedik hepsi çok başarılıydı, porsiyonlar insani boyutta fiyatlar da çok makuldu. Şu anda adını tam anımsayamıyorum ama içtiğim satsumalı kokteyl -ki İstanbul’da içtiklerim gibi votkası koklatılarak konmamıştı –olağanüstüydü. Pizzasıyla, yemekleriyle kokteylleriyle dörtdörtlük sıcak bir yer. Bu kadar yıldır bir şans vermediğimize pişman olduk.

Ciddi Bir Adam


Çalıştığım dönemlerde hep Musevi arkadaşlarım oldu. Aldıkları iyi eğitimin, çalışkanlıklarının, esprili olmalarının yanında geleneklerine bağlılıkları hep dikkatimi çekmişti. Bundan birkaç hafta önce Ayşe Karabat’ın Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri adlı kitabını çok severek okudum. Bu kitapta da İsrail Filistin çatışmasının arka planında Musevi gelenekleri ayrıntısıyla anlatılınca Coen kardeşlerin kendi cemaatlerine mizahla yaklaştığı bu filme gitmek kaçınılmaz oldu.

1960lar Amerika’sında Musevi cemaati. Kahramanımız Larry Gopnik iyi bir iş ve ev hayatına sahip bir fizik profesörü. Bir anda hayatında iyi sandığı her şey ters gitmeye başlıyor. Larry de sormaya başlıyor “böyle kötü olaylar benim gibi iyi, sıradan bir insanın başına niye geliyor” diye. Din adamlarına danışıyor “ Tanrı bu kötü olayları vererek bana ne demek istiyor diye ama doyurucu bir yanıt alamıyor. Aslında yanıtlar filmin başında geçen şu sözde gizli “Başına gelen her şeyi samimiyetle kabul et”. Sadece Musevilikte değil tüm dinlerdeki kader kavramını açıklayan bir söz. Bu sözü ilk okuduğumda klasik kaderci yaklaşımlara verdiğim tepkiyi verip küçümsedim ve görmezden geldim. Oysa ki iki yıl önce oğlumun geçirdiği trafik kazasını hatırladığımda verdiğim tepkinin tamamen bu olduğunu anlayıp çok şaşırdım. Başımıza gelen ciddi bir travmaydı; ama ‘bu niye bizim başımıza geldi’ diye hiç düşünmedim. Olayı gerçekten samimiyetle kabullendim, sabırlı olacak bekleyecektik. Niye biz diye sormak anlamsızdı ; tesadüftü, kaderdi her ne diye düşünüyorsanız oydu. Yapılması gereken yas tutmaksa yas tutulmalı, değilse çözüme odaklanılmalıydı. Çok şükür olaylar bizi çözüme odakladı, ama tek bildiğim: bir suçlu aramadan niye biz demeden bu olayı ilk andan samimiyetle kabullenmiştim.

Filme dönersem sorular soran ama açıkça yanıt vermeyen bir kara mizah örneği. İnsanı düşünmeye, cevaplar aramaya yönelten, mükemmel detaylarla bezenmiş bir Coen Kardeşler filmi. Bu tarz filmleri sevmek çok kolay değil ama ısrar edip emek verirseniz çok şey kazanabilirsiniz. Kendi hayatınızdan örnekleri de düşünün bazen mantığımız başka şeyler söylese de en içimizdeki biz farklı tepkiler verebiliyor.

Sıra Arkadaşı Olmak


Liseden sıra arkadaşımla facebook aracılığıyla karşılaştık, çok uzaklarda yaşamasına karşın tatil için İstanbul’a geldiğinde buluştuk. Buluşmaya gitmeden liseden mezun olalı ne kadar zaman geçtiğini bir hesaplayayım dedim.83 de mezun olmuştuk, 93,2003, 2010. Yirmiyedi yıl yok canım deyip iki kez daha hesapladım doğruydu. En son 1983 haziran’ında mezuniyette görüşmüş, bir kez de birkaç yıl sonra Bodrum’da karşılaşmıştık ama iz bırakan bir anı değildi.


Sekiz kişilik bir arka sıra grubumuz vardı. Aramızda hırslarıyla, çalışkanlıklarıyla, güzellikleriyle, öne çıkanlar vardı. Bugünkü çocuklardan gençlerden farkımız şuydu: aramızda kıskançlık hiç yoktu , rekabet bile yoktu. Şimdi sürekli söylenen kendinizle yarışın sözü bizim doğamızdı. Herkes kendiyle yarışırdı, birbirimizin eksiklerini, aile problemlerini anlayışla karşılar, zor zamanlarda destek olurduk. Bugünün gençlerinden daha karmaşık sorunlarımız vardı ama hiçbirimiz biraz da bu dayanışmanın etkisiyle bu sorunlarda boğulmadık.


Buluştuk, yirmi yedi yıl hiç geçmemiş gibi eski saf duygularımızla, yeni tanışacağımız insanlara belki hiç anlatamayacağımız duygularımızı, başımızdan geçenleri, arkadaşlarımızı, ailelerimizi konuştuk. Çoğumuzun hayatı pek de planladığımız gibi gitmemiş hayatın akışında gerçekleşen olayların etkisiyle biraz savrulmuştuk.


Son günlerin en heyecan verici, en ilham verici olayıydı. Piyangodan ikramiye çıkmış gibi bir sevinç kapladı içimi, cüzdanıma değilse de ruhuma piyango vurmuştu.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Anneler Günü



Eskiden severdim anneler gününü, küçük hediyeler alçakgönüllü bir kahvaltı filan. Ama çılgınca pompalanan pırlanta bilmemne alın, şuraya brança götürün baskılarından sonra dün ilk kez kendimi anneler gününden çok uzaklaşmış hissettim. Çocuklar çok yaratıcı, özgün çalışmaları ve güzel mesajlarıyla sabah anneler günümü kutladılar. Kendi başlarına yapmışlardı, mesajları anlamlıydı, sevgilerini çok güzel ifade etmişlerdi. Evet sevgimizi ifade etmek için bir fırsat ama bu kadar baskı hem annelerde gereksiz beklenti yaratıyor hem de çocuklar ne alsak diye acılar için de kıvranıyor.Ayrıca yine bir reklamda diyor ki:Anneniz 'bir öpücük yeter' dese de kanmayın o pırlanta şıkırtılı yüzüğü götürdüğünüzde 'ay ne gerek vardı' diyecek ama mutlu olacaktır.Onun mutluluğu için bu şıkırtılı yüzük şarttır temalı reklamlar....


Hediyem çok güzeldi, caddenin kendine özgü bir ruhu olan Sarman Kitapevinden Eren Eyüpoğlu imzalı el boyaması bir çanta ve şaşkoloz baykuş boyamalı bir fincan altlığı.Ayy ne gerek vardı demedim, ikisi de çok güzeldi.

Serseri Mayınlar ve Esinlenmeler


Ferzan Özpetek'in Serseri Mayınlar filmini izledikten sonra Ertuğrul Özkök'ün filmle ilgili yazısını okudum.

Şu şekilde özetlemiş filmi:

"Üzerimize basmış bir baba baskısını, altında kaldığımız mahalle enkazının, kanunlarını hep başkalarının yazdığı bir farklılık belasının ıstırabını bizim için de o çeksin diye; ruhumuzda açtığı kanayan yaralara pansuman yapsın diye verdiğimiz vekâletnamenin filmi bu."

İstemeden de olsa biz de çocuklarımıza baskı yapıyor muyuz, istediğimiz gibi olsunlar diye acımasızca eleştirip ruhlarını örseliyor muyuz?Ağzımızdan çıkan sözler, mimiklerimiz onlarda ne etki yaratıyor farkında mıyız?

Yoksa onları oldukları gibi kabul edip, sadece mutlu olup olmadıklarına mı odaklanmalıyız? Aile olmanın temel felsefesi, saf sevgi ve sonucunda farklılıkları kabullenmenin getirdiği hoşgörü ve mutluluk . Zor olan bunu başarmak.

Filme dönecek olursak farklılıkları kabul etmeyen baba ve eşcinsel oğulların barışması, uzlaşması, birbirini kabul etmesi ancak çok sevilen babannenin cenaze töreniyle gerçekleşir.

Ve film Sezen Aksu'nun Kutlama parçasıyla biter.

Başımı omzuna yaslamaya

Hayata yeniden başlamaya

Bağında, bahçende, pınarlarında

İçimi yıkamaya geliyorum...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Sömestre tatili, doğumgünleri doğumgünleri…


Oğlum 29 Ocak, kızım 8 Şubat ta doğdu.İkisi de kova burcu. Birbirinin bu kadar zıddı ya da birbirinin eksiğini bu kadar iyi tamamlayan iki kardeş . Yükselenleri mi başka alçalanları mı yoksa cinsiyet farkı mı bilmem.Ama göbeğinde fıstığı ile bir şekerpare düşünün, oğlum şekerpareye bayılır ama fıstığa ağzını sürmez,kızımsa sadece fıstığını yer.Abartısız durum bu. Oğlum 18 e bastı, kızımda 12ye. Birisi teenli yaşların sonuna yaklaşıyor, diğeri teenlere yeni başladı. Bol itişli kakışlı, umarım sonu hep uzlaşmalı olaylarla dolu yıllar. SBS, LYS, LGS arkadaşlar, çekememezlikler, sırlar,facebook, platonik aşklar, yoğun adrenalin. Bungee jumping yapar mısınız sorusuna düşünmeden hayır cevabı veren riskden kaçınan bir kişiyim,düşündüm de bungee jumpingde anlık yoğun adrenalin var, çocuk büyütürken adrenalin hep belirli bir düzeyin üzerinde. Sonunda bağımlısı oluyorsunuz.

İş hayatı Neden Önemli?


Annem yaklaşık 25 yıl önce emekli başhemşire olarak emekli oldu.Her zaman kilosuna dikkat eden modern görünümlü bir anneannedir.Çok baskı yapmamıza karşın saçını boyatmaz makyaj yapmaz sade giyinir. Bu kural çocukların doğumgünleri, mezuniyetleri de dahil benim nikahım dışında bozulmamıştır.Geçtiğimiz haftalarda SSK İstanbul Hastanesinden bir telefon gelmiş anneme: ‘Hastanemizin açılışında bizlerle olan çalışanlarımızla hastanemizin 50. yılını kutlamak istiyoruz diye.’ Annemi hiç böyle heyecanlı görmemiştim.Saçımı nasıl yaptırsam, ne giysem, o ayakkabı bu mantoyla olur mu diye kendini yedi.Tören yapılacağı gün hava çok soğuktu, annemin kronik akciğer hastalığı var, biraz çekindik. Siz götürmezseniz ben taksiyle giderim diye bizi tehdit edince olayın ciddiyetini kavradık.Gitti, giderken yanında bizden gizlice 50 yıl önce açılış günü dönemin cumhurbaşkanı ile çektirdiği fotoğrafları da götürdü. Orada şimdiki başhekim ve başhemşireye fotoğrafları göstererek zamanında onlar kadar önemli bir iş yaptığını gururla anlattı, onlar da kitap bastırıyorlarmış kitapta bu fotoğrafları kullanacaklarını söylemişler.Genç kendine güvenli bir hemşire yanında cumhurbaşkanı ….Ben o gün annemi yeniden tanıdım.

Neden Starbucks ?


Starbucks ilk Türkiye’ye geldiğinde hem çok beğenmiş hem de yine ABD kaynaklı yeni bir markaya esir olduğum için kendime kızmıştım. Geçen gün çocuklardan birinin kurs çıkışını beklerken eşimle Kahve Dünyasına gittik. Daha önce de birkaç Kahve Dünyasına gitmiş çok mutlu olmasam da ürünlerden ve fiyatların ucuzluğundan memnun kalmıştım. Bu kez gittiğimde niye Starbucksı sevdiğimi birkez daha anladım. Hava buz gibi soğuk olsa da dükkanı öyle güzel ısıtıyorlar ki içinizde tarifini bilemediğiniz bir gevşeme oluyor, çikolatalar serinde durmalı yoksa eriyorlar diye bir mazaret duymuyorsunuz. Dışarıda kar yağarken önemli olan benim ısınmam çikolataların sertliği değil. Hafif caz hafif latin bir müzik çalıyor ki benim zevkime çok uygun.Tuvalete gittiğinizde, alındığında hepsi otomatik olan ama şimdi elle bile çalışmayan bir alay aletle uğraşmıyorsunuz.Ve tuvaletin biryerlerinden akan suyla paslanmış paslanmış paslanmış fayanslarla karşılaşmıyorsunuz. Ayrıca canınız isterse kahve, isterse yeşil- siyah çay içebiliyorsunuz.Böyle çay kültürünün içinden çıkmış bir toplumun yerli malı kafesinde bizde hiçbir çeşit çay bulunmaz felsefesini ben anlayamadım. Karşı görüşlere de saygılıyım ama niye Starbucksları sevdiğimi birkez daha anladım.